MARKSİZMİN BİLİMSEL TEMELLERİ | |
KLASİK ALMAN FELSEFESİ: | |
Kant,Fichte ve Schelling ile başlayan ve Hegel ile Feuerbach'la sona eren klasik Alman felsefesi,18.yy. sonu 19.yy. başında felsefenin ulaştığı doruk noktasıydı.Hegel felsefesi, bu yüzyıllarda Avrupa'da görülen büyük tarihi değişikliklerin ve özellikle 1789 Fransız Devrimi'nin etkisi altında dağılmaya başlayan feodal toplumsal ilişkilerin bir yansıması gibiydi.Bu toplumsal gelişmeler ve başta doğa bilimleri olmak üzere , bütün bilimlerdeki hızlı ilerlemeler eski metafizik düşünce biçimine ağır darbe indirmiş oldu.Hegel'e göre içinde yaşanılan alem, en alt düzeyden en üst düzeye doğru tırmanan ve sürekli gelişme süreci içinde olan bir bütün olarak ancak kavranabilir.Her gelişme aşamasını zıt kuvvetler arasındaki çelişkiler belirler ve bu çelişkiler bir sonraki aşamada , daha sonraları yeni çelişkiler üretmek üzere daha yüksek bir sentezde uzlaşır.Tarih gelişi güzel olaylar zinciri değil,bir bütün olarak görmekle kavranabilecek objektif yasaların yönettiği anlamlı bir süreçtir.Üstelik, tek bir yönde ve tek düze bir biçimde gelişen olaylar zinciri değil DİYALEKTİK bir süreçtir. | |
Ne var ki Hegel'in diyalektiği idealist bir temele dayanıyordu.Çünkü o, her şeyin özü MUTLAK FİKİR dir diyor ve diyalektik hareketin bütününü onun gelişmesine bağlıyordu.MUTLAK FİKİR in gelişmesi Hegel felsefesine göre "mutlak gerçek" biçiminde son buluyordu.Böylece kendi felsefi sistemini ,insan düşüncesinin ve genellikle her tür gelişmenin en son hedefi olarak görmesi, her şeyi sürekli bir hareket ve sonu gelmez bir değişme içinde kabul eden kendi diyalektik yöntemi ile tam bir zıtlık teşkil ediyordu. Hegel felsefesinin bu noktada çıkmaza girmesi onun politik görüşleriyle tam bir uyuşma gösterir.Çünkü o toplumun gelişmesinde tepe noktası olarak sınırlı monarşiyi görüyor ve yapılacak tek şey, Prusya devlet sisteminde , burjuvazinin gereksinmelerini karşılayacak bazı "iyileştirmeler" yapmaktır diyordu.Hegel'in diyalektik yöntemi ile kendi felsefi sistemindeki bu metafizik sapma , o sıralar Alman burjuvazisinin içerisinde bulunduğu tutarsızlığı yansıtır.O burjuvazi ki bir yandan feodalizmin koyduğu bağları kırmak istemekte ama bunu devrimci yollardan yapmaya yanaşmayarak , gerici güçlerle uzlaşmayı tercih etmektedir. Hegel'in ölümü üzerine (1831) üzerine, felsefesine bağlı olanlar arasında bir bölünme oldu.SOL KANAT HEGELCİLER (Heinrichs,Gabler,Görschel) ona dayanarak Ortodoks Hristiyanlığı ve mevcut politik düzeni savunma çabasına düştüler.GENÇ HEGELCİLER diye tanınan Sol Kanat (David Strauss, Bauer kardeşler, Arnold Ruge ve Ludwig Feuerbach ise onun diyalektik yöntemini Hristiyanlığın ve genellikle dinin dogmalarını eleştirmek için kullanıyorlar ve Hegel felsefesinden radikal sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlardı. Marks, Genç Hegelciler ile ilk kez Berlin Üniversitesi'nde öğrenciyken temasa geçti.Onların din ve felsefedeki dogmalara karşı çıkmaları, politik düşüncelerindeki köktencilik, vicdan ve basın özgürlüğü konusundaki tutumları, Marks için büyük çekicilik taşıyordu.Kısa sürede Berlin'de "Doktor Klüb" diye bilinen Genç Hegelciler çevresiyle kaynaştı ve bu klübün entellektüel liderlerinden birisi oldu.Ne var ki Genç Hegelcilerde de "idealist" saplantılar olduğu gibi, tarihe subjektif bir yaklaşımla Hegel'in de gerisine düşüyorlar, insanın pratik-politik faaliyetini küçümsedikleri gibi kurtuluşu teorik eleştiriden ve olağanüstü kimselerin yine teorik düşüncelerinden bekliyorlardı.Marx, daha o yıllarda bu tür görüşlerinden dolayı Genç Hegelcileri eleştiriyordu. Öğrencilik yıllarında bir süre idealist ve Hegelci kalan Marx'ın, "ateist" görüşleri ve felsefenin gerçek karşısında kesin bir tavır alması gerektiği konusunda ulaştığı sonuçlar nedeniyle Hegelciliği sürdürmesi olanaksızdı.Hegel onun için büyük bir filozoftu ama O, özellikle felsefe ile gerçek arasındaki bağıntıyı çözmek istiyordu. Marx'ın üniversiteyi bitirdiği yıl Feuerbach'ın "Hristiyanlığın Özü" başlıklı çok önemli bir kitabı yayımlandı.Bu kitapta feuerbach dinin materyalist açıdan bir eleştirisini yapıyor ve doğanın, insan zihninden bağımsız olarak varolduğunu ve insanın doğanın ayrılmaz bir parçası ve üstün bir eseri olduğunu söylüyordu.Doğa ile insan dışında bir şey olmadığı gibi, insan muhayyilesinin yarattığı üstün varlıklar, insanın kendi özünün fantastik yansımalrından başka bir şey değildi.İnsanın tanrıya atfettiği bütün nitelikler, tek tek hepsinin özellikleri olmasa bile, bütünüyle insanoğlunun, insanlığın, -Feuerbach'ın deyimiyle- "türsel varlık" olarak insanın özellikleriydi.Düşünceyi maddi dünyanın varoluş nedeni yapan Hegel'in idealist görüşünü eleştiren Feuerbach, Hegel'in felsefesi, gerçeği, somut varlığı, yani insanı açıklamak yerine, mutlak varlık -Tanrı- üzerine kurulmuş yeni bir teolojidir diyordu.OYSA, İNSANI YARATAN TANRI DEĞİL, TANRIYI YARATAN İNSANDI.Tanrı ve din, insanın kendine yabancılaşmasından başka bir şey değildi.Ne var ki Feuerbach, dinin toplumsal ve tarih içerisinde değişiklikler gösteren niteliğini fark etmiyor, ateist gibi göründüğü halde, yeni bir dinin, tanrının bulunmadığı bir dinin arayışı içinde olduğu izlenimini veriyordu.Bu ve benzeri çelişkiler o sırada bile genç Marx'ın gözünden kaçmıyor ve Feuerbach'ın ateizmini kabul etmekle beraber, felsefesindeki sırf düşünceye dayalı "aktif olmayan" tutumuyla, diyalektiği önemsememesi Marx'ta tereddütlere yol açıyordu.Ama bütünüyle alındığında Feuerbach, Almanya'da Marksizm öncesi materyalizmin önde gelen bir temsilcisi oluyor ve özellikle Hegel idealizmine yönelttiği etraflı eleştiri ile felsefi sistemi bir tutarlılık kazanıyordu. Ancak, Hegel diyalektiğini materyalist bir biçimde özümseyememesi Feuerbach felsefesinin başlıca kusurunu oluşturuyordu.İşte burada bilim ve felsefe alanındaki zincirleme gelişmeyi çok açık bir biçimde görmek olanağı vardır.Şöyle ki , klasik Alman felsefesinin son parlak temsilcisi Feuerbach'ın bu noksanını fark eden Marx, zamanına göre büyük bir ileri hamle olan Hegel diyalektiğini bütün araştırmalarında bir yöntem olarak yaratıcı bir biçimde kullanmıştır. Marx, bu konuda şöyle diyor:"Hegel'in elinde diyalektiğin büründüğü mistisizm, diyalektiğin genel işleyiş biçimini, ayrıntılı ve bilinçli bir şekilde, ilk önce onun ortaya koymuş olduğu gerçeğini gölgeleyemez.Hegel'de diyalektik başaşağı durur.Mistik kabuk içerisindeki akla uygun -rasyonel- özü bulmak istiyorsanız, onun yeniden ayakları üzerine oturtulması gerekir."Hegel, gelişmenin yalnız düşünde olduğunu kabul ediyor, maddedeki, doğadaki gelişmeyi görmezlikten geliyordu. Hegel'in zıddına Marx(ve Engels), diyalektiği, evrensel gelişmenin temeli ve doğa, toplum ve insan düşüncesini yöneten en genel yasa olarak ele alıyor ve bilimsel bir yöntem olarak işliyorlardı. İşte buna, diyalektiği ayakları üzerine oturtmak diyorlar ve onu, doğa bilimleri ile ekonomi politik ve tarihten aldıkları gerçek bir özle dolduruyorlardı.
Klasik İngiliz Ekonomi Politiği, 18.yüzyılın sonu ile onu izleyen yüzyılın başında, ekonomik düşünce aleminde çok önemli bir gelişmeydi ve Marksizmin ikinci teorik kaynağını oluşturuyordu.Bu okulun başlıca temsilcileri Adam Smith(1723-1780) ile David Ricardo (1772-1823) idi.Bu iki iktisatçının ekonomik teorilerinin özgünlüğü, daha önceki iktisatçıların -daha doğrusu okulların- zıddına, burjuva toplumunun gerçek servetinin metalardan, yani emek içeren nesnelerden oluştuğu fikriydi. Merkantilistlere göre, malın satışı önemliydi ve kar, alış fiyatı ile satış fiyatı arasındaki farktan doğuyordu.Dış ticareti ana konu edinen bu iktisatçılara göre servetin ana kaynağı da buydu.Fizyokratlar ise ticaret yerine üretim üzerinde duruyorlar ve yalnız tarımı üretken olarak kabul ediyorlardı.Onlara göre hayvancılık da dahil tarım ürünlerindeki artış, servetin başlıca kaynağıydı.Bu iki okula karşı, klasik İngiliz ekonomi politiği, ne ticaretin, ne de doğanın, servetin kaynağını oluşturamayacağını öne sürüyor ve servetin, yalnız tarımsal emek değil, genellikle emek tarafından yaratılabileceği görüşünü savunuyorlardı.Smith ile Ricardo böylece emek-değer teorisini kurmuş oluyorlardı.Bu teoriye göre, metaların değeri(ve dolayısıyla fiyatı) ne piyasadaki arz ve talep ile, ne dolaşımdaki para miktarı ile ve ne de şu ya da bu metanın objektif yararlı niteliği ile değil, ancak ve ancak, metaların üretiminde harcanan toplımsal bakımdan gerekli emek miktarı ile belirlenir. Bu görünüşteki pek basit ifade aslında, bütün toplumsal servetin yaratılmasında emeğin oynadığı belirleyici rolü anlatıyordu.O toplumsal servet ki, en büyük kısmına sermaye sahibi el koyduğu halde, gerçek üreticisine pek bir şey kalmıyordu.Marx, "Artı-Değer Teorileri"nde bu emek değer teorisine fena halde saldıran bir yazardan söz eder.Bu yazar şöyle diyor:"Emek, servetin biricik kaynağı imiş!Bu doktrin yanlış olduğu kadar tehlikeli de.Zira, ne yazık ki, her türlü malın işçi sınıfına ait bulunduğunu, diğerlerinin aldıkları kısmın ise ya bu sınıfın elinden alındığını ya da düpedüz çalındığını öne süren görüşe destek oluyor." Smith ile Ricardo hiç kuşkusuz görüşlerinin böyle bir sonuç vereceğini ve bu biçimde yorumlanacağını bilmiyorlardı.Onlar iktisatçı olarak kapitalizmingüçlü birer destekçisi oldukları halde, içinde taşıdığı bu uzlaşmaz çelişkinin pek farkında değillerdi. Değer yasasını onlar, kapitalist sistemin akla uygunluğunun ve adaletli oluşunun bir kanıtı gibi yorumluyorlardı. Öyle ya, bu sistemde her şey değeri üzerinden alınıp satılıyordu ve herhangi bir kandırmaca söz konusu değildi. Zaten klasik ekonomi politik, burjuva toplumsal ilişkilerini sağlamlaştırmaya ve devamını sağlamaya çalışıyor ve kapitalist ekonomiyi, toplumsal üretimin en mükemmel sistemi ve insanın doğasına uygun olduğu için de ebediyyen sürüp gidecek bir düzen olarak gösteriyordu.Klasik İngiliz ekonomi politiğinin, kapitalist üretime bu şekilde yaklaşması, bu sistemin kökenini anlamasını, içinde yatan uzlaşmaz çelişkileri görmesini olanaksız kılıyordu. Böyle olunca da, k@rı, rantı ve faizi değerin kısımları olarak gördükleri halde, artı-değerin kaynağını bir türlü açıklayamıyorlardı. Zaten artı-değerin kaynağını açıklamak demek, kapitalist üretimin uzlaşmaz çelişkileri bağrında taşıyan bir sistem olduğunun kanıtlanması, işçilerin ürettikleri değerin, aldıkları ücretten çok daha büyük olduğunun teslimi anlamını taşır. Ancak burada bir noktaya parmak basmak gerekir. 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başlarında, proleterya ile burjuvazi arasındaki çelişkiler daha keskinleşmemiş, tarihi koşullar nedeniyle henüz daha belirgin hale gelmemişti. İşçiler henüz kapitalizmin karşısına bir güç halinde çıkmadıkları gibi, burjuvazinin o sıralarda toprak sahibi aristokrasiye karşı giriştikleri mücadelede kendilerini destekliyorlardı.Burada önemli olan, emek-değer teorisinin, doğrudan doğruya toprak sahibi aristokrasiyi hedef almasıdır. Bu teoriye göre, değeri ve serveti üreten tek unsur, kapitalistlerin yürüttükleri üretim sistemidir. Rantla geçinen toprak sahibi aristokrasi ise üretimine katılmadıkları bir değeri tüketen asalak bir sınıftır. Öyle görünüyor ki, sınıf çelişkilerinin henüz olgunlaşmadığı bu dönemde ekonomi politik bilimsel bir temeli olan önermeler üretebiliyordu, oysa kapitalizmin gelişmesiyle, proletarya ile burjuvazi arasındaki sürtüşmeler yoğunluk kazanınca, Smith ve Ricardo'dan sonra ekonomi politik, değer teorisini bir yana bırakmış ve sırf kapitalist üretimi haklı gösterme çabasına düşmüştür. Bunları "VÜLGER İKTİSATÇILAR" olarak niteleyen ve küçümseyen Marks, Adam Smith ile David Ricardo'yu ekonomi politiğin gerçek temsilcileri olarak kabul etmiş ve onların açtıkları yoldan yürüyerek artı-değerin kökenini açıklayabilmiştir. Böylece klasik İngiliz ekonomi politiği Marksizmin temel taşlarından biri olmuştur. |
KEMALİZM |
KEMALİST DEVRİM (ALTI OK) | ||
![]() |
-I- TARİH İÇİNDEKİ YERİ Ülkemiz, yüz elli yıla yakın süredir milli demokratik devrim aşamasındadır. Emperyalizmden ve her tür ortaçağ ilişkisinden kurtularak, bağımsız ve demokratik bir toplum yaratmak, bu devrimin temel hedefidir. Milli demokratik devrimimizin önemli halkaları şunlardır: -Mithat Paşa'ların, Namık Kemal'lerin, Ziya Paşa'ların simgelediği Yeni Osmanlılar cereyanının önderliğinde 1876'da gerçekleşen 1.Meşrutiyet. -Genç Türkler'in İttihat Terakki Cemiyeti önderliğindeki 1908 Devrimi. -Aslında Birinci Dünya Savaşı'nda başlayan ve 30 Ağustos zaferiyle tamamlanan Milli Kurtuluş Savaşı(1915-1922). -TBMM'nin Ankara'da 23 Nisan 1920 günü toplanmasıyla iktidarını kuran ve Atatürk'ün ölümüne kadar devam eden Kemalist Devrim veya Cumhuriyet Devrimi(1920-1938). -27 Mayıs 1960 Devrimi. -1989 Baharı'nda toplu vizite eylemleriyle yükselen ve günümüzde özelleştirmeye karşı mücadele ekseninde devam eden işçi hareketi(1989-....) -28 Şubat 1997 MGK kararlarıyla ateşlenen, irticaya, mafyaya ve yeni Sevr tertiplerine karşı 28 Şubat süreci. KARŞI DEVRİMİN HURUÇ HAREKETLERİ Kuşkusuz arkada kalan yüz elli yıl içinde karşıdevrimin atakları da var.Onları da şöyle sıralayabiliriz: -Sultan II.Abdülhamit'in Anayasa'yı yürürlükten kaldırmasıyla başlayan istibdat dönemi(1877-1908) ve 31 Mart gerici isyanı(1909). -1950 yılında Bayar-Menderes'lerin iktidara gelerek, "Küçük Amerika" projesini uygulamaya koydukları Kemalist Devrim'i yıkma süreci(1950-1960). -12 Mart 1971 Askeri Darbesi'yle gerçekleştirilen ve 1973 yılına kadar süren Amerikancı Cunta rejimi. -12 Eylül 1980 Amerikancı Darbesi'yle başlayan ve Nakşibendi Tarikatı'nın Çankaya'ya tırmanıp Cumhurbaşkanı olması ve arkasından Nakşibendi partisinin iktidara gelmesiyle 28 Şubat 1997'ye kadar devam eden Evren-Özal-Çiller-Erbakan'ların mafya-gladyo-tarikat rejimi(1980-1997). KEMALİST DEVRİM'İ TAMAMLAMA GÖREVİ Devrimler ile Batı işbirlikçisi gericilik arasında çarpışmalrla geçen yüz elli yıldan sonra Türkiye, bağımsız ve özgür bir toplum yaratma yönünde büyük bir birikim yarattı. Ancak günümüzün sorunlarına şöyle bir göz atacak olursak, hala 31 Mart gerici isyanı günlerinin veya Kurtuluş Savaşı döneminin sorunlarına benzer bir gündemle karşılaşıyoruz. Buradan bir bilanço çıkarabiliriz:Türkiye, özellikle Kemalist Devrim'e rağmen, bağımsız bir ulusal devlet kurma ve ortaçağ ilişkilerinden bütünüyle kurtulmuş özgür ve laik bir toplum yaratma sürecini henüz tamamlayamamıştır. Dahası, emperyalizmin çürüme döneminin bir verisi olarak, Türkiye'de ABD güdümlü bir mafya-tarikat-gladyo rejimi oluşmuştur.Kemalist Devrim'in kazanımlarının birer birer yıkıldığı elli yıllık "Küçük Amerika" sürecinde kurulan bu rejim ile Türkiye'nin milli demokratik devrim birikimi, 28 Şubat'tan bu yana yeni bir hesaplaşma içine girmişlerdir. Türkiye'nin önündeki stratejik devrimci görev, Kemalist Devrim'i tamamlamaktır. ALTI OK, son haline 1931 CHF programıyla kavuştu.1937 yılında Anayasa'nın ikinci maddesine yazıldı.Ancak aradan neredeyse 70 yıl geçmesine rağmen, bugün de geçerlidir.Çünkü aynı devrimci süreçteyiz. DEVAM EDECEK(KAYNAK:KEMALİST DEVRİM-3 ALTI |